ÇİLE DERGÂHININ EN GÜZİDE ÜLKÜ ERİ
Mehmet Akif ERSOY
Eskiden üstadı, ârifi, âlimi, mürşidi, velîsi, san’atkârı çok olan bir toplumduk. Ama şimdi, ya çoğu kavramlar anlam kaymasına uğradı ya da içimizde hükema sayılacak adam kalmadı. Zira her türlü şarlatanlığın ilim ve her türlü hokkabazlığın san’at sayıldığı bir çağda, maalesef gerçek ilim ve san ’at adamlarının da yavaş yavaş nesli tükenmekte.
Hayat bir rüzgâr gibi geçer, ne mutlu bir iz bırakana. Yeryüzünde bırakılan nice izler vardır ki, bu izleri takip edenler kan ve gözyaşlarından başka bir şey görmemiştir. Nice izler vardır ki insanlık sıfatından sıyrılarak aşağıların aşağısına düşmüşlerdir. Ve nice izler de vardır ki çile çekmişler, gittikleri her yerde garip olmuşlardır. Çile sayesinde hamlıkları gitmiş, pişerek abide şahsiyetlerden olmuşlardır. O şahsiyetleri anma günleri çok olsa da anlama günleri maalesef hiç yoktur. Akif, bizim olan ama unutulan bir iklimdir, o iklime yeniden dönmek mecburiyetindeyiz. İnsanlık adına, milletimiz adına, milli kültürümüz adına dönmek zorundayız. Mehmet Akif’i anlatmak demek, bir anlamda; kaybettiğimiz topraklara yılar sonra geri dönüp, o topraklarda gezmek demektir.
Bize vatan hazırlayanlardan, bu uğurda maddî manevi cihat yolunda gecesini gündüzüne katan, varını yoğunu kaybeden büyüklerden bize ve gelecek nesillere ibret ve örnek olacak millî şahsiyetlerimizi olgunlaştıracak gerçek bir kahramandır Akif.
1873- 27 Aralık 1936 tarihleri arasında yaşadığı hayatta, kalemi ve şiiriyle millet hayatına girişi ise 1908 Meşrutiyetiyle başlayıp ölümüyle biten 30 seneyi içine alır. Bu 30 senelik dönemde öyle hadiseler olmuştur ki, yıkımdan kurtuluşa, felaketlerden ümide kadar pek çok hadiseler yaşanmıştır ve Akif bu ateşten günlerin destanını hem yaşamış hem de yazmıştır. Destan devri çok öncelerden bitmiş olsa da Akif bir destan şairidir de denebilir.
Akif’in hayatını kapsayan o devrin önemli hadiseleri kısaca şöyledir; Osmanlı devletinin yıkılışı, Cemiyetin maddî mânevî çöküşü, Balkan Harbi faciası, 1. Dünya Harbi ve felaketleri, İstiklal Harbi ve yangınları derken Akif, bu dönemde çok yorulduğunu şu şekilde ifade etmiştir:
“Viranelerin bekçisi baykuşlara döndüm
Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu
Gül devrini bilseydim, onun bülbülü olurdum
Yarab beni evvel getirseydin ne olurdu”
Prof. Dr. Muharem ERGİN, Akif’le ilgili olarak “Her yönüyle büyük: Şairliği, ilmi, vatanseverliği, vatan ve millete hizmeti, Türkçeye muazzam hâkimiyeti. Aruzun Türkçe ile intibakı Akif’ teki kadar hiç kimseye nasip olmadı. Ahenk muhteşemdi. Aruz Türkçeleşti, Türkçe alabildiğince aruzlaştı. Bundan da söz musikimiz doğdu.” demektedir.
Büyük şairler ikiye yarılır; Birincisi her fırsatta şiirlerinden bahsetmekten ve şiirlerini övmekten kendini alamayanlar. İkincisi de Akif gibi kendi eserlerini beğenmekten kaçan, alkışı ve övgüyü sevmeyen, fazilet ve tevazu abidesi olan şairler. Şiirlerinde kendi arzuları, aşkları, kinleri hiç görülmez. Bütün derdi, tasası millettir. Ahlâksız edebiyata düşmandır. Samimiyetsizliğe, sahteliğe ve en çok taklitçiliğe sinirlenir. Akif’e göre sanat hayat içindir. Akif’in safahatını görmemiş, İstiklal Marşımızı ve hiç bir şiirini okumamış olsaydık sadece şu iki mısra dahi onun ne denli güçlü bir şair olduğunu ispata yeterdi.
“Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın,
Gömelim gel seni tarihe, desem, sığmazsın.”
“Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna Yarab ne güneşler batıyor.”
Şu hakikat çok iyi bilinmelidir ki İstiklal Marşımızı Akif’ in yazması tesadüfî bir olay değildir. Onu ancak Akif yazabilirdi. Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey, fikir itibariyle farklı bir kesimden olmasına rağmen, İstiklal Marşımızı Akif Beyin yazmasını teklif etmiş ve sonuna kadar da bu ısrarından vazgeçmemiştir. Hamdullah Suphi Bey böylece hem Türk Edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük şairlerinden birinin bu marşı yazmasını sağlamış hem de toplumun muhtevasına ve istiklâl ruhuna tercüman olan maksada en uygun eserin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu sebeplerle İstiklâl Marşımız, birlik beraberlik şuurunun tesisine yürekten inanan her kesimden insanın en çok ittifak ettiği ve etrafında buluşacağı ortak metin olmuştur. Bu marş, bizim mâzimizle, hâlimizle ve istikbâlimizle birlikte hem fert olarak hem de millet olarak tanımlanmamızdır aslında. Birinci TBMM ‘nde hiçbir hareket ve konuşmanın, Hamdullah Suphi Beyin defalarca okuduğu ve ayakta alkışlanan İstiklâl Marşımız kadar alkışlanmadığı da unutulmamalıdır.
İstiklâl Marşımız, Türk Milletinin mânevî ruhunda yanan bağımsızlık ateşidir ve dünya âlem bilmelidir ki bu ateş dünya var oldukça yanmaya devam edecektir. Bu güne kadar bu ateşi söndürmeye çalışanların gayretleri nasıl boşa çıktıysa, bundan sonra da beyhude bir çaba olarak kalacaktır. İstiklâl Marşımızın 12 Mart 1921’de Meclis’te kabul edilerek ayakta okunmasından bugüne bütün bir millet, milyonlarca kez bu marşı ayakta okuyarak istiklâline ne kadar düşkün olduğunu, istiklâlinden asla hiçbir şart altında vazgeçmeyeceğini bütün cihana haykırmıştır.
Mehmet Akif’in bu günleri imar ve yarınları inşa edecek ideâl genç tipi Asım’dı. Yüreğinde iman, kalbinde vicdanı, namusu şerefi ve mânevî değerlerle dolu, aklı beyni ve düşüncesiyle de müspet bilimlere, teknolojik gelişmelere açık, hatta hep ileriye gitmek gayreti içinde olan umut neslinin öncü birliğidir Asım. Bir elinde Kur’an bir elinde bilgisayar olan, tarihine, edebiyatına, milli kültürüne ve bütün değerlerine sahip çıkan umut neslidir.
Her fani gibi Akif de dünya hayatını terk etmiş bulunuyor. Ama ölümsüz olan fikirleri ve ideâli eskisi gibi taze, canlı ve gelecek nesillere yol gösterici olarak yaşıyor. Bu gün kutsal vazifelerimizden biri onu tanınmazlık ve bilinmezlik hücresinden kurtarıp, onun samimi ve coşkun heyecanını hayatımızın içine sokarak geliştirip üretmektir. Zira fikri, aksiyona tahvil etmesini bilip yaşatanlar, dünün, bu günün ve yarının esaslarını bu canlanmış prensiplerle kurmasını bilen milletlerdir. Ki şanla ve şerefle yaşamaya ancak onlar hak kazanmış olurlar.
Merhum Mehmet Akif Üstadımızın ruhu şâd, Asım’lara selam olsun.
Gazi Hüseyin KILBAŞ